Yüksek Lisans ve Doktora Kriterleri Üzerine Bir Değerlendirme

Genel Konular Gösterim: 8842
Değerli Grup Üyeleri,
Yüksek lisans ve doktora öğretimi için gereken öğretim üyesi sayısıyla ilgili konuda etkili ve yetkili yerlerde olan arkadaşlar elbette gerekenleri yapacaklardır; ama ben de bu bağlamda görüşlerimi, onların ve sizlerin dikkatlerine sunmak istiyorum.

Meselenin iki yönü olduğu açıktır: Birincisi Türkiye’de yeterli sayıda Türklük bilimcinin her zaman var olması, yani yetiştirilebilmesi; ikincisi yetişenlerin gerçekten Türklük bilimcisi olacak düzeyde donanıma sahip olmasıdır.

Bu bağlamda şimdiye kadar üniversitelerde yaşananlara şöyle bir bakmakta fayda vardır:

- Türkük bilimi alanında öğrenim görenlerin vasıfları çok düşüktür! Türkiye’de, özellikle de 1992’den sonra, dönem dönem çok sayıda devlet ve vakıf vs. üniversiteleri açılmıştır. Çünkü yüce Türk milleti için çocuğunu üniversitede okutmak hayat memat meselesidir; daha doğrusu bir nevi takıntı hâline gelmiştir. Memleketi acayip sever darbecilerin de ilk karıştıkları ve uğraştıkları iş, her zaman eğitim işleri olduğu için, mesele daha da içinden çıkılmaz bir hâle gelmiş, milyonlarca genç üniversitelerin kapısına çaresiz yığılmıştır. Lütfen sınav günleri haberlere bir bakın. Manzara benim içimi kanatıyor: Binaların içi öğrenci kaynıyor; dışarısı ise onlardan daha kalabalık; bir ana, baba, teyze, hala yığını; kimisi Yasin cüzünü kapıp gelmiş; kimisi sürekli cevşen okuyor.

Bu durumda YÖK’ün filan, kontenjanları arttırmaktan başka yapacağı bir şey yok gibi; yani alttan gelen baskı çok fazladır. Özel üniversiteler de “ne olursan ol, gel, gel, gel!” dedikçe “ne olursa, okurum abi” diyen bir grup veya güruh her sene üniversite sıralarını dolduruyor.

Bu sağanaktan elbette Türklük bilimiyle ilgili, başta Türk Dili ve Edebiyatı, Türkçe Öğretmenliği, Çağdaş Türk Lehçeleri, Tarih vs. bölümleri de nasibini alıyor. -Bu arada şunu demeden geçemem: Devlet bize duacı olsun; çok önemli bir miktar insanı biz meşgul ve teskin ediyoruz; yani eğliyoruz. Yoksa bunlar, sokağa bıraksan ne olur? Düşünmesi bile korkunç, değil mi?.- Böylece hayatlarında tek bir roman okumamış, her şeyi ÖSYM sorusu temelli bellemiş çocuklar, sıralara oturup bizleri seyrediyor, evet, seyrediyorlar. -Lâf aramızda, dört yılın sonunda o zor zor “Yeni Türk Edebiyatı” derslerini bile, yine tek bir romanı başından sonuna okumadan üstün bir başarı ile başarıp mezun olup gidenlerin sayısı hiç de az değil.- Bizim kullandığımız birçok Türkçe kelimeyi bile anlamıyorlar. Anlarmış gibi yapıyorlar. Bizden, yani öğretmenlerinden -zira onlar için profesörle araştırma görevlisinin arasında bir fark yoktur.- fazla bir beklentileri de yok, şükür! Tek istek ve arzuları var: Fazla bir konu anlatmamamız. Çünkü konuları uzun anlatmanın sınavda çıkacak soruları zorlaştıracağına yürekten inanıyorlar. Ayrıca bir konudaki çeşitli görüş veya fikirleri söyleyip de onların dupduru olan kafacıklarını karıştırmamamız. Hiç ders olmasa daha iyi; ama madem derssiz diploma alınmıyormuş; öyleyse fazla uzatmadan her şeyin “doğrusu”nu onlara söyleyivermemiz. Bütün istekleri sağ selâmet, dört yılın sonunda diplomalarını alıp “hayata” atılmak! İşte böyle iyi çocuklar vesselam! Benim yine kendime göre bir tesellim var: Bizim bölümlere gelenlerin haytası az, çoğu uslu, terbiyeli iyi aile çocukları.

İdarecilerimiz, yönetmeliklerimiz, yani bizlerden üstün olanların cümlesi de bu iyi aile çocuklarının üstün başarı ile mezun olmaları için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Meselâ; şeytanın bile aklına gelmez bir çözüm, USA’nın öğrenci merkezli üniversitelerindeki eğitimcilerin aklına gelmiştir: “Bağıl not sistemi”, nâm-ı diğer “çan eğrisi”. Bu şöyle işliyor: Bir hoca kendi dersinde sınıftaki öğrencilerin 100 üzerinden aldıkları notları dikkate alarak harf notu veriyor. Diyelim; zorluğundan yenmez bir ders olsun. Ne olabilir? Herkesin korkulu rüyası, “Türkiye Türkçesi” dersi! Bu dersten 100 üzerinden alınan en yüksek not 45 ise, dersin okutucusu 40-45 aralığına A veriyor. Güzel! Öğrenci böylece üstün başarı ile dersi geçmiş oluyor mu? Oluyor. Ya sonrası? Ne olacak? Gayet güzel! Bu ders, Öğrenci İşleri’nde resmiyete döküldüğünde bu dersin not değeri inanamıyacaksınız, ama mevzuata göre birden bire 95-100 aralığı oluveriyor. Yani, öğrenci bu derten öğrenilmesi gerekenlerin en az yüzde doksan beşini öğrenmiş olduğunu cümle âleme kanıtlıyor. Bundan üstün başarı mı olur? Ne güzel, ne âlâ!

Bu konuda söz çok. Benimle aynı işleri yapanlar zaten işin içindeler ve biliyorlar. Yani, meselenin bir yönü Türklük bilimiyle ilgili bölümlere gelen ve mezun olup gidenlerin durumu.

- - Türkük bilimi alanında öğretim yapanların önemli bir kısmı yeterince donanmamışlardır! Bu kadar çok üniversite, bölüm, kontenjan olursa öğretecek kişi, yani bu kadar çok âyende ve revendeye hizmet edecekler ne olacak, kim olacak? Bunun da çözümü çok kolay! 35. madde ne güne duruyor! Yani “gelişmemiş” üniversitelere bol bol araştırma görevlisi kadrosu vermek. Alınanları da “gelişmiş” üniversitelere yüksek lisans ve doktora yapmak üzere göndermek. Hatırlayacaksınız, bir ara bu durum çok yaygındı; şimdilerde biraz tavsadı. Bu arada yaşadığım bir durumu da yazmak isterim. Ben Kırıkkale’de çalışırken -o zaman doçenttim- bir delikanlı Türk dili alanında yüksek lisansı kazandı ve benim derslerime başladı. Neyse bir ara bilmem hangisi, yeni açılan bir üniversitenin araştırma görevliliği sınavını kazandı ve 35. madde ile devam etmekte olduğu yere görevlendirilmesini YÖK’ten istedi. Olur mu, efendim. Hiç “gelişmemiş” bir üniversiteye bu parlak öğrenciyi YÖK hazretleri gönderir de heder mi eder; elbette kabul etmedi ve gelişmiş bir üniversiteye görevlendirdi. -İşin traji-komik tarafı o zaman bizim doktora öğretimimiz bile vardı.- Yani o delikanlı, O üniversitedeki bir yardımcı doçent arkadaşın danışmanlığına, onlarca diğer o durumdaki öğrenciyle birlikte verildi. O günleri yaşayanlar beni çok iyi anlayacaklar. Gelişmiş üniversitelerde bu öğrencileri oturtacak oda yoktu, sandalye bile yoktu. Hatta verebilecekleri iş de yoktu. Onun için “olabildiğince buralara az uğrayın”, deniyordu. Oralarda küçükten büyüğe her öğretim üyesinin başı karınca gibi araştırma görevlisi kaynıyordu. Adı çok bilinen bir üniversitemiz, bu öğrencilere Sosyal Bilimler Enstitüsü’ndeki eski tezlerin özetlerini çıkarmak vazifesi vererek, istihdam ediyor, eğliyordu. Yani askerlikte ot yoldurmak mantığı! Ne yapsın adamlar bu kadar kalabalığı, üstelik hepsi kanlı canlı delikanlı veya genç kız, nihayetinde!

Bu konuda da söz çok. Benimle aynı işleri yapanlar zaten işin içindeler ve biliyorlar. Velhasıl bu arkadaşlardan bir kısmı, kendi gayretleriyle kendilerini yetiştirdiler, ama diğerleri -acı ama gerçek- yeterince yetişemeden doktora diplomalarını aldılar; üniversitelerine geri döndüler. Şimdi okullu oldular, sınıfları doldurdular.

Sadece bu kadarla kalsa iyi ya. Çoğunlukla kendilerinden büyük “hoca” bulunmayan yerlerde üçü beşi kol kola, kafa kafaya verip eli kıran başı kesen oldular!

O “gelişmiş” üniversitelerdekilerin durumu pek mi parlak? Onların da, yukarıda belirtilen şartlardan dolayı, 35’liklerden pek bir farkının olamayacağı açıktır. Ayrıca bir de “böyyük” üniversitede olmanın verdiği “körlük” var ki, ömür boyu asla giderilemez. İsim yazmama gerek yok. Ankara’nın göbeğindeki bir üniversiteki Türk Dili alanındaki bazı doktora öğrencilerinin, nerdeyse her gün önünden geçtikleri diğer bir üniversitedeki Türk Dili alanındaki hocaları tanımadığının şahidiyim. Vicahen demiyorum, ismini bile bilmiyor. Çalışmalarını takip etmek nerde! O sadece kendi hocasını veya velinimetini tanıyor; bu da kendisinin profesörlüğe kadar yükselmesi için şimdilik kâfi. Gerisi de Allah kerim!

Burada alanımızı kötülemek niyetinde değilim. Böyle bozuk bir sistemin içinden kendini yetiştirmiş; bilim adamı vasıfları kazanmış insanların çıkması da beni ayrıca sevindiriyor. Ama sistem kendisi, yeterli vasıfta ve donanımda bilim adamları üretemiyor. Benim bütün kaygım, gelecekle ilgili bu.

Peki, hem öğrenenler hem de öğretenler yeterli vasıflarda değilse ne olur? El-cevap:

“Bende yok sabr ü sükûn, sende vefâdan zerre.
İki yoktan ne çıkar, fikredelim bir kerre.”

- Hayatın hareketliliği karşısında YÖK gibi kurumlar ve mevzuat hazretleri şaşkın, çaresiz, tembel, hantal ve battaldır! Evet, dostlar! Hayat yerinde durmuyor. Bir bölümdeki hocaların bazılarının, hasta olabilmesi, başka bir üniversiteye geçmesi, emekli olması, hatta inanamıyacaksınız ama ölmesi bile mümkündür. Diyelim bir bölüm yeterli şartları yerine getirdi; yani bilmem kaç profesör, doçent ve yardımcı doçentlik bir kadrosu var ve doktora açmak için müracaat etti. YÖK tarafından da kabul edildi. Tam güzel güzel öğretime başlamışken, bir rektörlük seçimi olmuş olsun. Tevafuk veya tesadüf bu ya, o profesörler ve doçentler rektörlük seçiminde atanan rektörden başkasını desteklediler; yardımcı doçentlerin çoğu da atananı desteklediler. Sonuç ne oluyor, diye merak mı ediyorsunuz? Genellikle şöyle oluyor. Başta rektör olmak üzere o yardımcı doçentler, oy vermeyen “hain hocalar” üzerinde, çoğu mevzuata uygun olmak kaydıyla, öyle bir baskı kuruyorlar ki kızdırı, bezdiri, sindiri, ne derseniz deyin, bir süre sonra çözülme başlıyor, hocalar başka yerlere kaçıyorlar ve bölüm duruluyor! Peki, doktora ne mi oluyor? Hiç! Ne olacak! Verilmiş haklar geri alınamaz, mantığınca yardımcı doçentler tarafından yürütülmeye devam ediyor. Şimdilerde birçok üniversitede -bereket ki- ‘tez danışmanlığına doçentliğe müracaat etme şartlarını sağlamış yardımcı doçentler atanabilir’, hükümleriyle, bahsettiğim eski durum iyileştirilmeye çalışılıyor.

Bu meselede çözüm, YÖK gibi kurumların gerçekten kaliteyi temin edecek, ama her şeyden önemlisi hayata uyacak bir mevzuat oluşturmasıdır.

Burada yardımcı doçent arkadaşlarımı küçük görmediğimi hemen belirtmeliyim. Her yerde ve her vesile ile söylediğim bir şey vardır: Doçentlik, profesörlük yoldur varana. Bir yol dahi var, andan içeri! Ben -aciz kanaatimce- bizim alanımızda her türlü yolu “iyi” kullanarak işlerini ayarlamış ve unvanları almış bazı dandik doçentler ve profesörler bilirim. Bunlar, bazı yardımcı doçentlerin ellerine su bile dökemez! Ama mademki akademik yükselme diye bir şey var; buna güvenmekten başka çare de yok. Başka türlü hiçbir ölçü tutturulamaz. Bahsettiğim dandikleri hak etmedikleri mevkilere getirenler; yabancı dil bilmedikleri hâlde -bilmem hangi yolla- ÜDS’den 85’ten yukarı puanlar yazanlar, jürilerde çeşit çeşit iş çevirenler kendileri utansın! Bunların çoğu ispat edilemez, durumlardır. Ancak biz üç beş adamız, kendi köyümüzden olanları da tanırız! Öyle, “halk”a verdikleri konferanslarda büyük bilim adamı oldukları, Türklük yolunda dağ taş gezip nice çilelere katlandıkları yolunda attıklarına, salladıklarına ne bakıyorsunuz. Ne demişler, at at da yanında kendi köylün olmasın!

- Türklük bilim alanında, bu gidişle kısa bir zaman sonra “yeni” elemana ihtiyaç duyulmaz duruma gelecektir! Evet, çoğunuzdan farklı düşündüğümün farkındayım. Şöyle bir düşünelim. 1992’lere kadar, bizim alanlarda ne kadar lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencisi vardı? Kaç hoca vardı? Ben bu işlere başladığım zamanlar, Türk Dili Edebiyatı, Tarih vs. alanlarındaki hocalar bir elin parmakları kadardı. Hatta 1995’lerde bile Türk Dili alanındaki toplam profesör sayısı 13 filândı.

Bir de şimdiye bakalım: Tam sayıları, elbette yetkili kurumlar biliyor ama, adı geçen alanlarda en azından 30.000 civarında lisans öğrencisi vardır; buna orantılı yüksek lisans, doktora öğrencisi ve öğretim elemanı var.

İşte burada, elbette anladığım ve anlayışla karşıladığım, bir sarmal bizi kuşatmış durumdadır. Kimseye kızmıyorum, ayıplamıyorum. Üniversiteye girmek isteyenler çoksa kontenjanlar artar. Kontenjanlar artarsa, öğretim elemanı artar. Lisansta böyle kalabalık öğrencisi olan bölümler varsa, orada yüksek lisans ve doktora da olmalıdır. Ayrıca öğretim elemanlarının ders ücretleri meselesi de vardır. -Ben çalışma hayatımda şu iki hususa çokça şahit olmuşumdur: Ders saatlerinin fazlalığından herkes, her vesile ile yakınır. Bölüm kurullarında yapılan ders paylaşımında ise gündüzden en az 30 saat, geceden 10 saat ders alamayanlar, yöneticilerini Dekanlık’a başka başka vesilelerle şikâyet eder. Hatta gece öğretiminden 9 saat dersi olup da 3 saatlik başka bir dersin tek bir saatine talip olanlara bile neredeyse rastlanacaktır?! Nasıl iştir, bilmem.- Danışmanlığınızda her zaman, şartta ve durumda olması gereken 2 öğrenci meselesi vardır. Anlıyorsunuz değil mi, 700 kodlu 8 saatlik dersler! Bu hususta da bir hatıram vardır: Bir öğrenci bir yerde yüksek lisansa kayıtlı iken başka bir üniversitenin araştırma görevliliği sınavını kazanmıştı. Yeni üniversitesine geçmesi için bir dönem muvafakat alamamıştı. Sebep mi? Çok basit. Hocasının geriye 1 öğrencisi kalıyormuş? Bir dönem sonra birisini alarak kendi 2 öğrencilik kontenjanını dolduracakmış! Öyle ya, sen başka bir yerde araştırma görevlisi olacaksın diye hoca bir dönem boyunca ders ücretinden mi olsun, kardeşim!

Elbette bir başka yön: Yetişmiş bir hoca varsa, neden bir iki adamı da gelecek için yetiştirmesin?

Ben şöyle diyorum: Vur deyince öldürmeyelim. Elbette yetişmiş hocalarla birlikte, elbette farklı farklı görüş ve donanımdaki hocaları kastediyorum, Türklük bilimciler yetişmelidir. Ama yukarıda belirttiğim sarmalın dışında!

Başka bir husus; Türkiye’nin nüfusu hep böyle artıp gidecek mi? Hiç sanmıyorum. Zannım şudur: Türkiye’nin “Türk” denilen nüfusu oran olarak azalıyor. “Kürt” denilen nüfusundaki artış da ila nihayet bir yerlerde duraklayacaktır. Hatırlayacaksınız, bir ara özellikle özel üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümleri’ni Doğulu öğrenciler çok tercih ediyorlardı. Sebebi ise sadece bir fısıltı: Güya Kürdistan kurulunca bunlar da öğretmen olup oralarda Kürt Dili ve Edebiyatı dersleri vereceklermiş! Yani, Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinden yöntem, usul vs. öğreneceklermiş! Bu iş de geçen zamanda fos çıktı. Şimdilerde bazı özel üniversiteler o günleri mumla değil, çayda çıra ile arıyorlar!

Velhasıl, dostlar! Türkiye’nin gelecek elli senesinde Türklük bilimi alanlarına bugünkü gibi büyük bir talebin olacağını düşünüyorsanız, düşüncelerinizi bir kere daha gözden geçiriniz, derim. Hatta şimdiden, mezun edilenlerin onda biri bile iş bulamıyor. Onun için yetiştirilecek Türklük bilimcileri, savaş esnasında asker toplamak mantığıyla değil, biraz seçerek yüksek lisansa, doktoraya başlatmalıyız. Hem de yetişmeden “yetkinlik” belgelerini ellerine vermemeliyiz. Bir hatıra: Adı lâzım değil, bir arkadaş bir zamanlar biraz uzakça bir yerden benim doktora derslerime geliyordu. Elbette anlıyorum. Yol uzakça ve yorgunluk, ayrıca masraf demek. Bir hafta, “hanım hastalandı” diye gelmedi, başka bir hafta “kayın peder bizi ziyarete geldi”, bir başka zaman “çalıştığım üniversitede gözetmenlik var” vs. Evet, hiç şüphe yok. İyi bir insandı, ama doktorayı ekmek parasını temin için istiyordu. Neyse, benim dersimden “başarısız” oldu. Notları teslim etmeye gittiğimde Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün memurları, “hocaya bak, doktorada da insan bırakılır mı” diye kendi aralarında fısıldaşıp beni ayıplıyorlardı. Yani, sizin anlayacağınız, doktorada bir dersten kalmak, şakkü’l-kamer gibi bir şeymiş! Şimdi o arkadaş nerede mi? Ertesi yıl, benim çalıştığım üniversiteden böyük, hemi de “gelişmiş” bir üniversiteye kaydoldu ve süresinin sonunda “doktor” oldu. Şimdi bir yerlerde yardımcı doçent olarak çalışıyor. Ben boşu boşuna “kötü hoca” oldum. Çok yazık!

Bir başka deyişle; on yılda on beş milyon Türklük bilimciyi yeni baştan yaratmaya hiç gerek yoktur!

Bütün bunlardan sonra benim tekliflerim:

1. Biliyorum; öğrenci kalitesizliğine bir şey yapılamaz. Bu, bütün Türkye’nin, hatta artan nüfus vs. dolayısıyla bütün dünyanın önemli bir sorunu. Başa çıkmak çok zor. Ama belki Türklük bilimiyle ilgili bölümlerin ve kontenjanların sınırlandırılması yoluyla yüksek puanlar alanların gelmesi sağlanabilir.
2. Yüksek lisansa, özellikle de doktoraya alınacakların ince elenip sık dokunması gerekir. Allah aşkına, soyut düşünmeye, muhakeme yapmaya yetecek zekâ düzeyinde bile olmayan yığınlarla ne, nasıl hâlledilecektir?
3. Bir yüksek lisans ve doktora öğrencisinin farklı “hoca”lardan ders alması, yetkin bir “hoca” ile tezini hazırlaması için mevzuatta neler yapılabileceği ayrıca düşünülmelidir.
4. Sayı meselesine takılıp kalınmamalıdır. Bir bölümün sayısı tutar “iyi”si tutmaz; bir bölümüm sayısı tutmaz, “iyi”si tutar. Bu konuda yüce yetkililerimiz bir çare düşünmelidirler. Ancak, ne olursa olsun, kaç sayı ile olursa olsun, çok Türklük bilimci yetiştirmeliyiz düşüncesi sağlıklı değildir. Şu anda zaten Türk Dili ve Edebiyatı, Türkçe Öğretmenliği, Çağdaş Türk Lehçeleri, Tarih vs. bölümleri, Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde birer Anabilim Dalı sayılarak sayı meselesi kolayca çözülmektedir.
5. Türklük biliminin alt alanları, en azından Türk Dili ve Edebiyatı, Türkçe Öğretmenliği, Çağdaş Türk Lehçeleri tek bir bilim alanı kabul edilmelidir. Hepsi burunlarından kıl aldırmıyorlar, ama hepsi de hemen hemen aynı şeylerle ilgileniyorlar. Ben hasbelkader bir üniversitenin senato üyesiyken böyle bir konunun konuşulduğu oturumda bu görüşümü dile getirmiştim. Sağ olsun, o zamanki rektör, benim acemiliğimi ve saflığımı hatırlatır tarzda süzerek ve gülerek, lisans öğrenimi olan her bölüm ayrı bilim dalıdır, diye meseleyi kesip atmıştı. Elbette biliyorum: Kendi çöplüğünde yabancı horoz öttürtmemeye azm u cezm ü kast etmiş nice bölüm başkanı, bu görüşe, ilgili kurullarda olumsuz oy verecektir. Ama ben yine safça diyorum ki, bu konu yeniden herkesin, özellikle de devletlülerimizin kulağına çattırılmalıdır!

Bu vesile ile herkese, çalışmalarında kolaylıklar ve başarılar dilerim.
Mustafa Uğurlu

Kaynak: Mustafa Uğurlu'nun Yahoo Groups(Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.) yazışmalarından alıntıdır.
 

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR